15 Temmuz darbe girişiminin merkezinde olduğu düşünülen Gülen'in ZDF televizyonuna verdiği mülakatta yaptığı bir gaf üzerinde nedense pek durulmadı. Oysa öyle çok şey anlatıyordu ki...
 
Gülen, mülakatın bir yerinde şunları söylüyordu: “HSYK seçimlerinde arkadaşlara tavsiye ettim, demokrasi adına önemli bir adım olduğundan dolayı, demokrasi, insan hakları, AB falan deyince, ben de destekleyin falan dedim. O da adımı söylemeden Pennsylvania'ya teşekkür ederim dedi, Pennsylvania oldu benim adım.” 
 
Evet yanlış okumadınız, Gülen “referandum oylaması” diyeceğine “HSYK seçimleri” diyor. Gülen için bütün referandum sürecinin HSYK'daki değişiklikten ibaret olduğunu mülakatın devamında aynı gafı sürdürmesinden anlıyoruz: “Ama ben hayatımda hiç oy vermedim. Kimseye, hiç kimseye oy vermedim, onlara da oy vermedim. Ancak bu HSYK seçimlerinde açıktan açığa desteklenmelerinde yarar olduğunu, demokrasi adına söyledim. Hepsi bundan ibaret.”
 
Esasında, AKP-Cemaat koalisyonunun o sır olmayan büyük sırrını faş ediyor. Gülen'in bu gafını, gazeteci Kemal Göktaş'ın Cumhuriyet gazetesindeki çok önemli haberinden aldığımız, Isparta’da yürütülen soruşturmada iddianameye giren, Gülen’i ziyaret eden birinin Gülen'in ağzından çıktığı haliyle tuttuğu şu not ile beraber düşünelim: “HSYK tam bir eşkıya, hepsi de ateist insanlardı. Alevi dedelerin giderlerini bunlar temin ediyordu. Hepsi Kızılbaş, ülkenin başında Kızılbaş olarak duruyorlardı. Rahmeti ilahi yüzümüze baktı ve gittiler.” ( cumhuriyet.com.tr  )
 
AYNI DİL
 
İşte Gülen, bu tamamen yalanlara dayanan Alevifobik saikle, “HSYK seçimleri” olarak gördüğü referandum oylaması için "İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak 'evet' oyu kullandırmak lazım" diyordu.
 
Erdoğan da, referandum öncesi yapılan mitinglerde, aynı Alevifobik saikle “Dedelerden talimat alarak atamalar yapma dönemi bitiyor” diyor, “Alevilerin katli vacip” diyen Ebussuud efendiye övgüler düzüyor, ve kendisini Alevi hakimlerin mahkum ettirdiğini ima ediyordu.
 
Nitekim, seçim sonrasında da, “okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi de kutluyorum” diyerek Gülen'e selam yolluyordu.
 
Gülen'in referandum oylaması yerine HSYK seçimleri demesi, AKP-Cemaat koalisyonunun Türkiye toplumunu nasıl kandırdığını, AKP ile cemaatin en çok yakınlaştığı, Alevi düşmanlığı üzerinden yürütülen bu referandum sürecinin nasıl bir oyun olduğunu reddedilemez bir biçimde gözler önüne seriyor.
 
Gülen'in bu gafı, referandum sürecinde kişisel olarak da destek verdiğim boykot tutumunun da ne kadar yanlış olduğunu, tek amacı HSYK'yı ele geçirmek olan bu Alevifobik şer ittifakını “Hayır” ile durdurmaya çalışmanın o günkü doğru politik tutum olduğunu gösteriyor. Gülen'in gafı ile, 2010 referandumunun tek amacının AKP-Cemaat koalisyonunun yargıyı ele geçirmesi olduğu adeta kanıtlanırken, referandum sürecinin demokrat ve muhalif hareket üzerinde yarattığı tahribat üzerinde de bir kez daha düşünmek gerek. 
 
İŞ ALEVİ DÜŞMANLIĞINA GELİNCE ARALARINDAN SU SIZMAZ
 
AKP ile cemaat arasındaki ittifak bozulmaya başladıktan sonra dahi Alevi düşmanlığı konusundaki ortaklıklarının hep devam ettiğini de not edelim. MİT krizi yaşandıktan sonra bile, Gezi isyanına gösterilen ortak tepki rastlantı olmasa gerek. Toplumun her kesimini barındıran bir halk isyanı olan Gezi'nin bir anti-Sünni kalkışma olarak nitelenip karalanmaya çalışılması, Gezi'ye katılanların %78'inin Alevi olduğunu söyleyen dezenformasyonlar, iş Alevi düşmanlığına gelince aralarından su sızmayan AKP-Cemaat koalisyonunun ortak işleriydi.
 
Dahası, Erdoğan aynı tarihlerdeki Türkçe olimpiyatları kapanışında Gezi gençliğini kriminalize ederken, cemaat gençliğine övgüler düzüyordu. 3. Köprüye Yavuz adının verilmesi kararının da Gezi isyanının ilk günlerinde olduğunu anımsayalım. Alevi yurttaşları yok sayan, mezhepçi bir zihniyetle verilen bu kararı AKP'liler de, cemaatçiler de alkışlıyordu. Bırakın Alevilerin incinebileceğini düşünmeyi, küstahça Alevilerin Yavuz isminden rahatsız olmasını eleştiriyorlardı.
 
AKP'liler ve cemaatçiler Alevi açılımında da hiç ters düşmedi, hep el eleydiler. Sivil cuntanın cadı avında yeterince akademisyenin atılmadığını yazan muhbir gazetecilerden Hilal Kaplan, kayınpederinin cemaatçiler ile ilişkisi olmadığını ispata çalışırken, bunu şöyle itiraf ediyor: “Kayınpederimin Çorum Hitit Üniversitesi'ndeyken yakın olmakla suçlandığı ve şimdi FETÖ'cü olduğu ortaya çıkan Osman Eğri'nin Diyânet Vakfı Yayınları'ndan çıkan ona yakın kitabı vardır. 'Alevilik Masası' âdeta kendisine teslim edilmiştir.” ( sabah.com.tr )    
 
AYNI KAYNAKLARDAN BESLENİYORLAR
 
Bugün birbirinden ölesiye nefret eden Gülen ve Erdoğan'ı (cemaat ve AKP'yi), Türk-(Sünni)İslam sentezinin bu iki temsilcisini hala bu Alevifobik zihniyet ideolojik olarak birleştiriyor. Çünkü ikisi de aynı kaynaklardan besleniyor. İkisi de Necip Fazıl'ı üstat olarak görüyor. O Necip Fazıl ki, Alevilere yönelik nefret söylemi ile dolu olan “Doğru yolun sapık kolları” adlı kitabında, “Ne iştir ki, Aleviler, Dürziler ve Yezidiler, Sünnilik İmparatorluğu demek olan Osmanlı devletince din ve millet bahçemizden ısırgan otları gibi yolunup atılamamıştır” der.
 
İşte, Gülen de, Erdoğan da bu zihniyetle hesaplaşmamıştır. Cemaat de, AKP de Alevileri hep kandırılmaya hazır potansiyel bir tehdit olarak sunup kriminalize etmiştir ve etmeyi de sürdürmektedir. Bu kriminalize etme işinin ustası elbette cemaatti. Örneğin, Gültekin Avcı ve Emre Uslu'nun yazılarında “hareketlendirilen”, “kullanılan”, “yataklık” eden Aleviler temasını bolca bulmak mümkündü. ( demokrathaber.org  )
 
Redhack tarafından yayınlanan e-maillerden anlıyoruz ki AKP'liler de bu konuda ustalaşmışlar. Berat Albayrak'a Halil Danışmaz tarafından yollandığı öne sürülen e-maillerinden birinde, “Marksist Alevi Türk örgüt” diye nitelenen silahlı örgütlerin Gazi mahallesindeki potansiyel tehlikelerinden söz ediliyor. “Marksist Alevi Türk örgüt” kavramı, hiçbir gerçekliği olmayan tam bir deli saçması. Marksist örgütlerin hiçbiri kendini Alevi örgütü olarak tanımlamadığı gibi, özel olarak Alevi sorunları ile de uğraşmazken, bu tanımlamayı kullanmak, Alevileri silahlı örgütlerle ilişkilendirerek kriminalize etme çabasından başka bir şey değil. Yoksa, Aleviliğin felsefesindeki şiddetsizlik herkesin malumu. Haydar Karataş'ın o güzel anlatımıyla “Bu inanç Hz. Muhammed’i Kırklar ceminde sorgulamış, onu fakir bir kul olarak arasına almıştır. Hz. Ali’ye insan öldürmeyi tövbe ettirmiş, Ali’nin kılıcının kırk bininci insana kalktığında dil verdiğini, öldürme konuş diyerek dile geldiğini söylerler.” ( birgun.net ) Esasında, tahammül edemedikleri, bir türlü asimile edemedikleri bu inancın kendisi...
 
Şimdi, utanmadan OHAL fırsatçılığı ile Alevilerin televizyonları ve radyoları, Kürtlerin, solcuların, muhaliflerin kanallarıyla beraber kapatılıyor. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, Alevilerin ve Kürtlerin eşit yurttaşlık mücadelesini durduramayacaklar. Köprüye, Alevileri katleden Yavuz Sultan Selim'in adını vererek Alevileri adeta yok sayan, tehdit eden mezhepçi zihniyete cevap 16. yüzyılda padişahlara meydan okuyan Hayreti'den gelsin:
 
“Ne Süleyman'a esiriz, ne Selim'in kuluyuz,
Kimse bilmez bizi, bir Şah-ı Kerim'in kuluyuz.”