AKP, toplumun çoğunluğunu temsil ettiğini iddia ediyor olsa da inandırıcılığını büyük ölçüde yitirmiştir. Aynı zamanda kendi tabanındaki iç bütünlüğünün devamı da tehlikeye girmiş durumdadır.

Toplumsal tabanındaki bu çatlama artık eskisi gibi İslamcı-milliyetçi blokla aşabilme becerisine de fazla imkan vermiyor. Yönetememe krizi O'nu daha ceberut, daha saldırgan yapmakta, devamında ise küçük çapta da olsa yıllardır kazanılmış demokratik mevzileri KHK'larla ortadan kaldırmaya son sürat devam etmesine yol açmıştır. Bu da yetmiyor, kendine yeni meşruiyet alanları yaratma ve deyim yerindeyse yeni ortaklar bulma telaşında olduğunu bize göstermektedir.

Son günlerdeki Atatürkçülük söylemleri bunun en bariz örneği. Atatürkçülük demişken Akp'nin Atatürk hayranlığı söylemlerinin gerçek amacının, ülkedeki hakiki manadaki Kemalist - Atatürkçülerden oy devşirmek olduğu anlaşılmasın. Akp ve benzeri sağ, İslamcı bloğun Atatürk ''sevgisi'' asla hakiki değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. O yüzden Akp ve çeperindeki İslamcı sağ blok, on yıllardır kemikleşmiş Kemalist kesimden oy değil, (tabirimi bağışlayın) zırnık koparamaz. Buradaki asıl amacın Atatürkçü - Kemalist kesimin şimdiye kadarki granitleşmiş sertliğini kırmak, onların kendisine karşı oluşmuş kendiliğinden de olsa doğal örgütlülüğünü zayıflatmak ve eğer başarabilirse giderek dağıtabilmektir.

Konumuza devam edecek olursak, mevcut koşullar Akp hükümetinin içinde bulunduğu yönetememe krizi, R. Sarraf davasını milli bir mesele olarak sunmaya zorlamıştır. Öyle ki, ABD 'de görülecek bu dava hakkında ''her kim Akp hükümetinin yanında değilse vatan hainidir'' söylemi son günlerdeki en geçerli akçedir.

Hükümetin ülke içindeki bu hamlelerle birlikte dışarıda da yaşadığı krizlerle başa çıkması gittikçe zorlaşıyor. Zira, düne kadar ABD güdümünde gelişen siyasal İslamcı rejim, Ortadoğu'daki dengelerin değişmesiyle kurucu olabilme imkanını kaybedeli epey zaman geçti. Örneğin, Suriye'de siyasi geçiş sürecinin adımlarının atıldığı bugünlerde hem Rusya, hem ABD'nin bilgisi dahilinde Kürtlerin etkinliğini korumaya devam edeceği kesin olarak ortadadır. Esad rejiminin mevcut haliyle devamı ve Kürtlerin PYD-YPG kontrolünde tanınma manasına gelecek olan Soçi'de imzalanan anlaşma, Akp hükümetini dışarıda da itibarını düşürmüştür. Her ne kadar Soçi'deki bu anlaşmaya Erdoğan muhalefet şerhini koymuş olsa da PYD-YPG'nin gerek Rusya ve gerekse ABD nezdindeki meşruluğu söz konusu şerhi hızla etkisizleştirecektir.

Öte yandan ABD'in AKP' yi de içine çektiği Ortadoğu politikasının çökmüş olması sonrasındaki dalgalanmalar emperyalizmin kendi iç cephesinde yeni bir düzenlemeyi gerekli kılmıştır. İşte, R. Sarraf davası ve Rusya'dan satın alınacağı dillendirilen S-400 füze çıkışları bu dağınıklığı düzeltmek için pazarlık objeleri olarak devreye sokulmuş durumdadır. Böyle bir ortamda Akp ve çeperinden, ne genel anlamda anti-emperyalizm ve ne de Amerikan karşıtlığı beklenir. AKP'nin, sözde anti-Amerikancı söylemlerle kendi etrafındaki gücü sağlamlaştırmak ve iktidarının hem iç hem de dış kaynaklarını yeniden üretecek bir kuvvet kazanmaya çalıştığı çok net ortadadır.

Nato'dan çıkış söylemleri de yine Akp hükümetinin kendi krizini aşmak için attığı adımların bir paçasıdır. Zira, asıl gündem, Nato'dan çıkış, Rusya'ya yanaşıp yeni bir müttefik edinme değildir.

Asıl doğru tutum ise, bu güçlerden birinin yanında yer almak değildir. Gerçek solun görevi, bu çelişkiler içinde kendi anti emperyalist, anti faşist bağımsız devrimci politikasıyla toplumsal tepkileri demokratik, çoğulcu bir değişim hedefinde ilerletmeye çalışmaktan geçer.

Sonuç olarak, Türkiye elbette Nato'dan çıkmalı ve ABD üsleri kapatılmalıdır. Ekonomisi dışa bağımlı olmaktan çıkartılmalıdır. Özelleştirilen tüm kamu kurumları yeniden kamulaştırılarak gerçek sahiplerinin, emekçilerin hizmetine verilmelidir. ABD ve diğer tüm emperyalistler ile ekonomik ve askeri ikili tüm anlaşmalar iptal edilmeli, ülke toprakları üstündeki tüm şirketlerine el konulmalıdır. Gerçek manada anti -Amerikancılık ve anti emperyalist ancak bunları savunmak ile olunur.