Başbakan Tayyip Erdoğan, Orta Avrupa'da da performansının doruklarında gezindi durdu. Fırtına gibi bir giriş yaptı Çek Cumhuriyeti'ne.  Avrupa Birliği'ne bizim ulusça salı günleri yemeye alıştığımız fırçaya benzer şekilde bastı kalayı. Yok efendim adama sorarlarmış 50 yıl niye beklettin diye...

Ecdad ecdad diye hem kendini hem milleti paralayan "beyefendi"nin yakını (tarihi) görme yetisi azaldı veya yaşı itibarıyla hatırlaması gereken olayları bile hatırlamıyor artık. O zaman hatırlatalım:

1960'lardan itibaren başlayalım... Daha 15 sene önce taş üstünde taş bırakmayan 5 senelik bir savaştan çıkan Avrupa ülkelerinin konsolosuklarının önüne yığılanlar savaşa girmemiş Türkiye'nin işsizlikten kırılan insanlarıydı. Almanya yeni anayasasına "insanlık onuru kutsaldır" diye başlarken o kutsallık sene 2013 itibarıyla hâlâ yapılmaya çalışılan yeni anayasa taslağının taslak cümlelerinden biri... O zamanki karakol ve cezaevlerinin, insan haklarının durumunu öğrenmek isteyenler ünlü şair ve yazarlarımızın kitaplarına bakabilirler. Kitap demişken o zamanki okur yazarlık oranının da Avrupa'nın hayli aşağısında olduğunu söylememiz gerek. Demokrasi dersek zaten Erdoğan'ın işine geldiği için hiç unutmadığı 27 Mayıs Darbesi'ni hatırlamamız yeterli olacaktır. İşte Maastricht ve Kopenhag Kriterleri'ndeki durum bu idi.

Darbe demişken hemen 1970'lere geçelim. 12 Mart askeri müdahalesinin ardından Avrupa'da idam cezalandırma yöntemi olmaktan çıkmışken idam edilen gençlerle Avrupalı yaşıtlarının "çiçek çocuk" olarak adlandırıldığını hatırlar mısınız, hani yaşıtlarınızın Amerika'yı protesto ediyor diye satırla kovaladıkları...

Türkiye'deki işkence, baskı, insan hakları ihlallerinin Uluslararası Af Örgütü'ne kitap kalınlığında raporlar yazdırdığı ve yine işsizlikle boğuşan insanların yanı sıra "insanca yaşama isteğindeki" vatandaşlar da Avrupa ülkelerine akınlar düzenlemişlerdi. Sizin ecdad gibi şen değillerdi bu seferlerde...

1980 yılını ve yeniden vuku bulan askeri darbeyi hatırlatmaya gerek yok sanırım. Darbeyi yargılayacağız diye insanlara vaatler sıralayıp yargıyı ele geçirme operasyonunu yaptığınız referandum öncesindeki konuşmalarınızı unutmuş olmanız mümkün değil. Pek bir şey demeyeceğim. Özal döneminin yüksek enflasyonu liradaki sıfırları çoğaltmıştı. Bunları silmek de size düşmüştü, hatırlarsınız.

1990'lara gelirsek de gözaltında kayıplar, işkenceler, gözaltına alınmadan kaybedilenler, ülkenin yarısında süren iç savaş... Yine işsizlik, 5 Nisan kararları, Olağanüstü Hal Yönetimleri ve 28 Şubat Darbesi...

Tüm bunlar olurken Avrupa'da huzur, ekonomik düzen hakimdi... Son birkaç yılda Türkiye'deki ekonomide yaşanan nispi iyileşmeden yola çıkıp efelenmek kolay sanırım.  Fakat polisin yargısız infazlarını görmek için İsmail Saymaz'ın "Sıfır Tolerans" kitabını okumanızı tavsiye ederim. "Sıfır Tolerans" lafınızı hatırlarsınız sanırım... Biliyorum onlar size göre gazeteci değil ya da gazetecilik faaliyetinden dolayı tutuklu değiller ama Uluslararası Gazeteci kuruluşları aynı fikirde değil. Takdir edersiniz ki gazeteciliğin ve gazeteciliğin ne olduğunu onlar sizden daha iyi bilmektedirler. Takdir eder misiniz ki?

Mesele ekonominin düzgünlüğü veya zenginlikse Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt veya Suudi Arabistan bizden çok önce AB'ye girmeyi hak etmiyor mu? Mesele ekonomiyse Bulgaristan veya Romanya'nın AB'ye üye yapılmaması gerekmiyor muydu? Yunanistan'ın da derhal kovulması icab etmez mi? Yoksa daha derin bir mesele mi var? Anımsatma anahtarı: "Adına Ankara Anlaşması der yolumuza devam ederiz"

Neyse, son bir söz: "Güney Kıbrıs diye bir devlet yoktur" cümlesi Süleyman Demirel cümlesi gibi. Şöyle devam edebilir. "Binaleyh Kuzey Kıbrıs diye bir devlet de yoktur, zira 1960 yılında kurulan ve varlığını hala sürdüren, BM'ye ve giremediğimiz AB'ye üye olan bir Kıbrıs Cumhuriyeti vardır."