2005 yılının 24 Nisan Gecesi, utancın 90. yıldönümünde, doğduğum yere 90 kilometre uzaktaki Erivan’da, Arto Tunç Boyacıyan’ın 1915 kurbanları anısına verdiği konserde kendimi görünmez yapmış arkalarda bir yerlere sinmiştim. Sonra “Ermenistan’da Bahar” adlı bir filmin sessiz görüntüleri sahneyi aydınlatmıştı. Filmde sürekli "Ararat dağının" resmini yapan yaşlı bir ressamın gözyaşları tualine damlıyordu. Neler söylediğini duyamıyor ama o korkunç yıllardan söz ettiğini biliyorduk: 90 yıl önce o gün, o saatlerde, o zamanlar Kostantinopel denilen şehirde tutuklamaların başlayacağını, "Musa Dağ’da Kırk Gün" adlı romanın sayfa sayısı kadar insanın eşlerinden, çocuklarından, anne ve babalarından koparılıp hiçliğe sürüleceğini biliyorduk. Bir yıl içinde “Güneş O Yaz Hiç Doğmadı” , “Son Düşüncenin Masalı” ve şimdi okuduğunuz yazının içindeki harflerden daha fazla çocuğun öldürüleceğini biliyorduk.

 

1915 kurbanları anısına verilen konserde kendimi görünmez yapmış arkalarda bir yerlere sinmiştim ki, "gel kardeşim, gelsene!" diye bir ses duydum. Bir müzik parçasının nakaratına da benzemiyordu ama, Türkçe'nin korkunç çağrışımlara yol açtığı bu topraklarda, "gel kardeşim, gelsene!" çağrısını üstüme alınmadım. Sonra bir el omzuma dokundu ve genç bir kadın bizim dile hiç benzemeyen ve çok benzeyen dilde, "Siz" dedi, "Siz Türk müsünüz?" Böyle mi dedi gerçekten bilmiyorum. Ama öyle sanıp başımı yukardan aşağıya sallayarak, "Evet" demek istedim. "Gelin o zaman" dedi herhalde, "Türk olan sizseniz, gelin benimle!"

 

"NEREYE? SAHİ NEREYE?"

Bu soruyu yıllar önce, babası onu Auschwitz'e götürdüğünde bir Macar yazarının, Pèter Esterhàzn’nin kızı da sormuştu. Auschwitz'in ortasındaydılar. Aradan yıllar geçmiş, Auschwitz hayatın ölümle eşleştiği yer olmaktan çıkmıştı çoktan. Yine de küçük kız, babasının onu ve küçük kardeşini sürüklediği Auschwitz-Birkenau'nun ortasında, rampa denilen ölümle hayat arasındaki o yol ayrımının olduğu noktada, bir kuş gibi çırpınmaya başlayan ve sürekli babasının kolunu çekiştirip, ağlamaklı "Gidelim, Baba, ne olur buradan gidelim" ısrarı karşısında "Nereye?" diye sormuştu çaresiz.

 

"AUSCHWİTZ" VARSA İNSAN BU YERYÜZÜNDE NEREYE KAÇABİLİR?

Peki Der-Es-Sor varsa, peki geçenlerde Belge Yayınevi tarafından yayınlanan Wolfgang Gust’un “Alman Belgeleri- Ermeni Soykırımı 1915/16” adlı kitaptaki belgelerin orjinallerini, Almanya Dışişleri Bakanlığı Siyasal Arşivi’nde gözlerinizle görmüşseniz, o belgelerde anlatılan sürgün kervanlarından, sürgün konvoylarının yol aldığı ağaçsız, otsuz, hayvansız topraklardan, cehennem güneşinin kavurduğu çöllerden, ardı arkası kesilmeyen yağmurlarından, kış gecelerinin ayazından, ağlayarak can veren çocuklardan, kendilerini uçurumlara fırlatan babalardan, bebeklerini kuyulara atan annelerden, el ele tutuşarak, ilahiler okuyarak Fırat'a atlayan hamile kadınlardan, dışkılarını yiyen açlardan, can çekişen hastalardan, yutulmuş altınları bulmak için Ermeni külü eleyen Müslümanlardan, güneş altında ağaran kemiklerden, üst üste yığılmış insan iskeletlerinden, henüz saçları dökülmemiş beyaz kafataslarından, leğen kemiklerinden, bilezik inceliğinde narin çocuk kaburgalarından ve Armin T. Wegner’in deyimiyle “yeryüzünün ve yüzyılların bütün ölümleriyle” ölen Ermenilerden, Asurilerden, Süryanilerden, Keldanilerden söz eden, üstelik bütün bunları o soğuk, duygusallıktan uzak diplomatik üslupla ifade eden raporlardan haberdarsanız eğer, yüz yıl bile geçmiş olsa, Türk kimliğinizle hiçbir yere saklanamazsınız. Turunç-mavi-nar sesler sizi çağırıyor olsa bile, günlerden 24, aylardan Nisan ve şehrin adı Erivan'sa, yüz kızarmadan, o kısacık mesafeyi kat etmekte zorlanırsınız.

 

O gün Bütün Ermenistan soykırım anıtına akmıştı. Yanımda aslen Adıyamanlı, Fransız vatandaşı, hayatını 1915 kırımı kurbanların onuruna adamış, Hatspanian vardı. O mahşeri kalabalığın içinde Taner Akçam’la beraber yürüyen Hrant Dink’i gördüm. Adımıza işlenen suçun sınırsız boyutu sınırsız bir utancın içine gömmüştü beni. Sonuçta, bizlere 1915 kurbanlarını anma izni ve inceliği gösteren, aralarında bulunduğunuz Ermenilerin, Süryanilerin hepsi, her biri anıtta bir çiçek olarak vücut bulan insanların hayatta kalmış torunlarıydılar.

 

Arto'nun yanına ulaşabilirsem diye düşünmüştüm o gece, bir şeyler söylemek zorunda kalırsam, şimdi turunç melodiler ve nar şarkılar dinlemek için salonda olanlara, neden 90. yıl dönümünde Hayastan'da olmak istediğimi hangi cümlelerle anlatabilirim. Belki onlara, diye düşünmüştüm, Almanya'ya göçtüğüm Hazan zamanlardan söz edebilirim. Geride bıraktığım ülkedeki durumdan, daha anılarımdan silinmemiş fırtınalı günlerden, tutuk ve kayıp hayatlardan, ayaklanan Kürtlerden, askeri operasyonlardan söz edebilirim. Gerçi Almanya’ya göç ettiğim 90’lı yılların başlarında, kendi yaşadıklarımızla, 1915 arasındaki ilişkiyi çözmüş değildim ama suç toplumundan ibaret bir yığına dönüştüğümüzü, hatırlama kabiliyetini yitirdiğimizi fark etmiştim. Belki de o gece sadece hafızamızı kaybetmenin kederinden söz ettim. Soykırım anıtında Hrant Dink, gece yarısına doğru Arto Tunç Boyacıyan beni kucaklayarak içime çökmüş utancın yükünü çekip çıkarmakla kalmadılar, yıllardır sürdürdüğüm sürgün hayata da nokta koymuş gibi oldular.

 

“CAMİLERDE SOYKIRIM KURBANLARI İÇİN MEVLÜTLER OKUNMAYA BAŞLANMIŞ”

Sanki uzun bir yolculuktan sonra memlekete geri dönmüştüm. Sanki Türkiye, bugün soykırım olarak adlandırdığımız, o zamanlar adı konulamayan 1915-16 suçuyla arasına mesafe koymuştu. Soykırım suçunun sorumluğunu üstlenmiş ve hatta, Almanya gibi, soykırım kurbanlarının anılması için elinden gelen çabayı göstermeye başlamıştı. Mesela 24 Nisan’da Türkiye’nin bütün camilerinde soykırım kurbanları için mevlütler okunmaya başlanmıştı. Tehcir kararının alındığı ve organize edildiği harbiye ve dahiliye nezaretlerinin olduğu binalar Soykırımın Müzesi’ne dönüştürülmüştü. Üniversitelerde soykırım araştırma kürsüleri kurulmuş, İstanbul’dan tehcire gönderilen, aralarında 16 milletvekilinin de bulunduğu yüzlerce aydının ikâmetgahları saptanmış ve tıpkı Almanya’daki gibi, evlerin duvarlarına “Burada Zohrap Efendi otururdu/ 24 Nisan 1915 Günü tehcir edildi/ Öldürüldü” şeklinde “uyarı kitabeleri” asılmaya ya da kaldırımlara aynı içerikli “hatıra taşları” döşenmeye başlanmıştı.

 

Hatta sürgünde ölen her bir insan için, bir nar ağacı dikilmişti. Ve bütün bunlar suçun kefareti değil, barış ve bağışlanma arzumuzun mütevazı bir ifadesi olsun diye yapılmıştı.

 

2005 yılının 24 Nisan günü Soykırım anıtında Hrant Dink, gece yarısına doğru Arto Tunç Boyacıyan beni kucaklayarak barış ve bağışlanma arzumu kabul ettiler ve ben bir an için yalan ve inkar toplumunun bir üyesi olduğumu unutuverdim.

 

Ve daha mayıs ayı dolmadan, Arto’nun abisi olan Onno Tunç'un anısının saldırıya uğrayacağını, hiç düşünemedim.

 

Sonra aradan aylar geçti. Sonra, geçenlerde yayınlanan Alman Belgeleri’nin editörlüğünü üstlenmek gibi, yerine getirilmesi nerdeyse imkansız bir işi üstlendim. Wolfgang Gust’un kim olduğunu biliyordum. Köln’de, “Soykırım ve İzdüşümleri” başlıklı toplantılar dizisinde onu dinleme fırsatım olmuştu. Gust, bütün toplantı boyunca, tıpkı kitabın önsözünde yaptığı gibi, sadece Almanya’nın 1915’deki sorumluluğundan, suç ortaklığından söz etti. Kendi tarihsel suç ve sorumluluğuyla uğraşmak Almanya’nın, ikinci ve güzel yüzüdür. Sonuçları sadece Almanya için değil, evrensel düzeyde de önemlidir. Wolfgang Gust ve eşi Sigred’ın tek motivasyonları Almanların Ermeni Jenositi’ndeki suç ortaklığını, sorumluluğunu belgelemekti. Bu belgelerin pek çoğu 1919 yılında Lepsius tarafından “Deutschland und Armeniern, 1914-1918” başlığıyla zaten yayınlanmıştı. Wolfgang ve Sigred’in yaptığı, Lepsius’un yayınlarken değiştirdiği, tahrif ettiği, ayıkladığı belgeleri tamamlamak ve Almanların tarihsel sorumluluğunu ortaya çıkarmaktı. Yoksa Jön Türkler’in suçu, zaten ortadaydı.

 

Çok sonraları Wolfgang Gust’un, Almanya’da Nürnberg kentinin adını taşıyan ırkçı yasaların ilan edildiği yıl doğduğunu öğrenmiş oldum. Birkaç yıl sonra da ülkesi Polonya’ya saldırmış, Wolgang Gust, 10 yaşına ayak bastığında, Almanya’dan geriye eşi benzeri görülmemiş bir suçun müsebbibi olma utancından başka bir miras kalmamıştı. Wolfgang ve bu kitabı adadığı eşi Sigrid Gust bu suçun ağırlığıyla büyüdüler. Başka ülkelere gittiklerinde Alman oldukları açığa çıkmasın da yüzleri kızarmasın, onlara Hitlere, Nazilere ve Auschiwitz’e dair bayağı şakalar, anıştırmalar, imalarda bulunulmasın diye dua ettiler. Avrupa’nın “ozanlar ve filozoflar” ülkesinin sebep olduğu Auschwitz’in utancı öyle büyük ve öyle yoğundu ki, Willy Brand’ın Varşova Getto Direniş anıtında diz çökmesi yetmiyordu. Özür dilemeler, geçmişle yüzleşmeler, neo nazilere ve aşırı sağcılara karşı aşırı hassasiyet yetmiyordu. Irkçı söylemleri Almanca’nın dışına sürmek yetmiyordu. Artık adları Buchenwald, Dachau, Chelmo, Majdanek, Ravensbürück, Belzek, Sobibor, Trebilanka ve nihayetinde Auschwitz olan toplama ve imha kampları yoktu ve adları aynı kalan o yerler anıt evler ve anıtkabirlere dönüşmüştü, sonraki kuşaklara ders olsun da, aynı suç işlenmesin diye yoğun çaba da gösteriliyordu, ancak yukarıda adları sayılan ve sayılamayan toplama kampları ve benzeri yerler tarih olamıyor, sadece tarihçilerin ilgisine bırakılamıyordu.

 

Bırakılamıyordu, çünkü, örneğin 1993 yılı Mayıs’ının 27’sinde, benim oturduğum Köln şehrine yarım saatlik uzaklıkta, çelik bıçaklarıyla meşhur Solingen adlı şehirde, geceyi ve Untere Werner Caddesi 81 numaralı evi ateşler sarıyor ve gün doğmadan adları Saime Genç (4), Hülya Genç (9), Gülüstan Öztürk (12), Hatice Genç (18), Gürsün İnce (27) olan üç kız çocuğu ve iki kadın küle ve dumana dönüşüyordu. Çünkü Nazilerin yok etme ruhu yıllar sonra Neonazilere miras kalabiliyor ve sadece Türk diye, Almanya’nın çeşitli şehirlerinde insanlar, cinayete kurban gidebiliyorlardı.

 

SORUNU TARİHÇİLERE BIRAKIRKEN, HİÇ UTANMAZLAR MI?

Peki bizim politikacılarımız, bizim bilim adamlarımız, bizim gazetecilerimiz, bizim her neyseler işte, Trabzon’da İtalyan Rahip Andrea Santoro’ya kurşun sıkıldığında, Malatya’da Müslümanlar için de mukaddes olan İncil’i basıp dağıtan Hıristiyanlar belki de Solingen menşeli satırlarla boğazlandığında, Erzurumlu Necati Aydın’ın Elazığlı Uğur Yüksel’in, Alman vatandaşı Tilman Geske’nin cesetlerinde 150’den fazla hançer yarası saptandığında, halen sorunu tarihçilere bırakırken, hiç utanmazlar mı?

 

19 Ocak 2007 günü, “Alman Belgeleri- Ermeni Soykırımı 1915-16” başlıklı kitabın çevirilerini kontrol ediyordum. Sayfa sayfa, satır satır, kelime kelime. Çünkü yalancı ve inkarcıların, bir çeviri hatası yüzünden bütün belgeleri sahte ilan etmeye kalkacaklarını biliyordum. Wolfgang ve Sigred Gust’un yıllarını alan bir çalışmanın benim dikkatsizliğim yüzünden heba olmasını istemiyordum.

 

Şu satırları okuyordum: “Ermeni tarafından bana, Ermeni takibatları hakkında aşağıdaki gerçekler anlatılıyor. Bunlar büyük ölçüde kesin ve tamamen doğrudurlar. Diğer taraftan da kendileriyle Ermeni Meselesi üzerine açıkça konuşulabilen çok az Türk var, eğitimli ve dünyayı gezmiş insanlar bile herkesi aynı kefeye koymakta, nakarat gibi aynı şeyleri söylemekte, öfkeyi kışkırtmaktadırlar: “Tüm Ermeniler yok edilmelidir, onlar haindirler!” (“1915-09-05-DE-001/Kaynak: PA-AA/R 14087; A 27887, pr. 24.9.1915 p.m.; özel yazı/ Kölnische Zeitung’un (gazete) muhabiri Tyszka’dan Dışişleri Bakanlığına/ İstanbul, 5 Eylül 1915 /Çok gizli bilgiler! )

 

97 yıl önceki bu saptama, Türkiye’de Türk ve Müslüman olmayan insanlarımıza karşı duyulan nefret, bana İsrailli Pisikoanalitikçi Zvi Rex’in ”Almanlar, Yahudileri Auschwitz’ten dolayı asla affetmeyecekler” sözlerini anımsattı. Biz de, göçer kamplardan, Der-Es-Sor çöllerinden dolayı Ermenileri hiç affedemiyor, bu affetmeyiş, inkar ve yalan çamuruyla yoğrulunca, sadece ruhsal değil fiili katiller üretiyor, şiddet bulamacının içinde yoğrulup duruyoruz, diye düşünürken telefon çaldı.

 

“Hrant Dink’i vurdular” dedi İstanbul’dan arayan arkadaşım.

 

Türklüğünden çok çok uzaklara savrulmuş benim gibi biri için, kardeşini ölünceye kadar “Agos” diye çağırmış olan dedesi, Ermeniler hakkında tek bir kötü söz söylememiş babası, kötülüğü Ermenilere yapılan kötülük üzerinden anlatmaya çalışan annesi, ona Kıyamet Günü Yargıçları’nı yazdıran teyzesi de olsa, soykırımdan 92 yıl sonra, o toprakların, en yumuşak ve en yürekli insanı, Hrant Dink, adı bir zamanlar Kostantinopel olan şehrin orta yerinde, sadece ERMENİ olduğu için öldürülürse, duyulması gereken his katil Türklere, katil Türk ruhlara ve katil Türk bilinçlere öfke olmak zorundadır. Böyle bir öfke kabarışı yoksa toplumda ve o toplum utanmayı da bilmiyorsa, çoktan yeni cinayetlere hazırlanıyor demektir.

 

Bizler, kendilerini bir biçimde Türk olarak tanımlayanlar ya da kaçınılmaz olarak Türk toplumunun bir parçası, mensubu olarak görenler, olan bitenlerin sorumluluğunu sadece devlet kurum ve kuruluşlarının üzerine yıkmamızın yeterli olmadığını düşünüyorum. Suskunluğumuzla, acımasızlığa, zorbalığa, haksızlığa, hukuksuzluğa boyun eğiyor, bir anlamda onaylamış oluyor, 1915’in utancına karşı toplumsal bir isyanı başaramadığımız için, Hrant’ı koruyamıyor, kırım hatıralarının da harabeye dönüşmesini engelleyemiyoruz.

 

Şimdi artık, ne yaparsak yapalım 1915’in kefaretini ödeyemeyiz. Ağrı’lar içindeki Alev Dağı Ararat’ı, 1915’in kefareti olarak Ermenistan’a iade etsek de, çöl yollarında hayatlarını yitirmişleri geri getiremeyiz. Ama halen, vicdani politik görevlerimizi yerine getirebilir, suçu haklı çıkarma çabalarına, nefret ve düşmanca davranışlara karşı tavır koyabiliriz. Eğer suçu kabulümüz, bağışlanma arzumuz, özrümüz içtense, işte o zaman görevimizi gerçekten başarabiliriz. Tıpkı Almanlar’ın başardığı gibi, “zorbalığımız altında acı çeken” Ermeni Toplumuna “bizlere, bir avuç barış, bir avuç kefaretin emaresi olsun diye, kendi ellerimizle, kendi kaynaklarımızla, yaralarını hafifletebilecek hatırlama faaliyetine başlayabilir, ülkenin her yerinde tek tek kişiler, gruplar, inisiyatifler olarak 1915 kurbanları için, nar ağaçları dikebilir, kaldırımlara, evlere, alanlara hatıra taşları ve uyarı kitabelerini döşemeye başlayabiliriz. Bu bir başlangıç olabilir ve belki 2015 gelmeden, iki toplum arasına bir avuç barış serpmiş ve bağışlanma arzumuzu dile getirmenin ilk adımlarını da atmış oluruz.

 

2015 gelmeden önce…